L
Lalezar2006
Guest
Herkes Türkiye’den kaçmaya çalışıyor. Kanada da en gözde ülkelerden. Sende ise her an dönebilecek cesareti görüyorum. Yanılıyor muyum?
Bundan beş yıl önce Kanada’ya geldiğimde geleceğime ilişkin kafamda soru işaretleri vardı. Ne de olsa içine girdiğim dünya benim için belirsizlikler içeriyordu. Artık kafamda pek bir belirsizlik kalmadı. Bütün garipliklerine ve zorluklarına rağmen şu anda Türkiye’ye dönmek dışında bir şey düşünmüyorum. Benim yaşamda aradığım herşey orada; ve istediğim hiçbir şey burada yok. Biraz abarttım aslında. Buradaki düşünce özgürlüğünü, bana İrlanda davulu çalmayı öğreten arkadaşlarımı, “bir göz atıp bana çok kısaca fikrini söyler misin?” diyerek yazımı verdiğim ve çok da samimi olmadığım bir öğretim görevlisinin hiç bir zorunluluğu olmadığı halde zaman ayırıp, yazımı okuyup, dört sayfalık yorumunu bilgisayar çıktısı halinde vermesini, dayaksız 1 Mayıs yürüyüşlerini... Bunları Türkiye’ye dönünce özleyeceğim. Ama şu anda özlediklerim benim için daha belirleyici: Birileriyle oturup iki kelime anlamlı ve derinlikli muhabbet yapmak, etrafımda az da olsa aşk görmek, aşırı nezaket ve aşırı duyarsızlığın bir araya gelmediği bir toplum, yaşamlarındaki temel tutku kalitesiz fast-food tüketip çılgınca kilo vermek olmayan insanlar... Ve bunun gibi yüzlerce şey. Türkiye’de çok gereksinim duyduğumuz özgürlük ve hoşgörü burada bol bol var. Ama buradaki insanlar genelde o kadar bilinçsiz ve apolitik ki, bu “hoşgörülü” ve “özgür” ortam belli bir süre sonra anlamını kaybediyor. İnsanlar anlık zevk, güvenlik ve toplumsal hijyen normları etrafında oluşturulmuş kopuk birimlere indirgendikten ve ipler tüketim biçimini, daha doğrusu yaşamı belirleyen büyük çaplı sermayenin eline geçtikten sonra, istediğiniz kadar özgürlük ve tartışma ortamına sahip olmanın gururunu duyun. Bu bağlamda kritik olan, konuşma özgürlüğünün bulunmasından çok, insanların bilinçli ve ciddi anlamda eleştirel olabilmesinin olanaklılık koşullarının söz konusu toplumda ne kadar oluştuğudur.
Denebilir ki Türkiye de kültür ve siyaset anlamında şu anda o kadar umut verici bir durumda sayılmaz. Bunda bir doğruluk payı var tabii. Ama ülkemizde kitleler popüler kültür tarafından ne kadar müthiş bir hızda Amerikanlaştırılarak kafaca içi boşaltılmakta olsa da, yine de bizim tarihsel, politik, ve kültürel altyapımız hala Kuzey Amerika’dan farklı olarak önemli derinlikler, duyarlıklar ve devingenlikler içeriyor. O yüzden Türkiyeli insanların düşleri ve beklentileri açısından yavaş yavaş Kuzey Amerikalılaşmamaları ve 1980’lerde topluma bulaşan “işini bilme” mikrobunun bizi bütünüyle dönüştürmemesi bence çok önemli. Benim burada, bu toplum içinde, yapabileceğim yararlı ve anlamlı hiçbir şey yok. Ama Türkiye’de bir akademisyen olarak düşünce hayatına ve düşünen yeni nesillerin yetişmesine az da olsa bir katkıda bulunabilirim; en azından öyle umuyorum.
Genel hatlarıyla benim şu anki çalışma konum insanların dünyayı anlamak ve anlamlandırmakta kullandıkları kavramasal ve kültürel dizgelerin hem birbirleriyle hem de dünyanın kendisiyle olan ilişkisi. Felsefe terimleri ile dersem ontoloji ve epistemoloji ile uğraşıyorum. Bu sorunsalın önemli bir parçası görecelik konusu: Eğer farklı kültürel, dinsel, metafizik, bilimsel dizgeler dünyayı çok farklı biçimde betimleyebiliyorsa, bu farklı tanımlamaların arasında nasıl seçim yapacağız? Farklı perspektiflerin bir araya gelip anlaşması nasıl olanaklıdır? Kesinlikle uzlaşamaz sistemler olabilir mi? Herkes kendi kavramsal dizgesinden dünyaya bakıp onu anlıyorsa, bize çok aykırı gelen bir dizgeyi nasıl eleştirebiliriz? Bu sorular özellikle son birkaç on yıldır çok sıkça sorulur oldu. Tartışma hâlâ devam ediyor ve edeceğe de benziyor...
Ich werde versuchen in der nächsten Zeit dies mal zu übersetzen. Viele Sachen die man versucht zu verstehen, werden hier aus einer sehr schönen Perspektive erläutert, bzw. selbst geschildert. Könnte aus meinen Munde stammen, aber ist es nicht! Aber es sind die gleichen Gedanken..
Bundan beş yıl önce Kanada’ya geldiğimde geleceğime ilişkin kafamda soru işaretleri vardı. Ne de olsa içine girdiğim dünya benim için belirsizlikler içeriyordu. Artık kafamda pek bir belirsizlik kalmadı. Bütün garipliklerine ve zorluklarına rağmen şu anda Türkiye’ye dönmek dışında bir şey düşünmüyorum. Benim yaşamda aradığım herşey orada; ve istediğim hiçbir şey burada yok. Biraz abarttım aslında. Buradaki düşünce özgürlüğünü, bana İrlanda davulu çalmayı öğreten arkadaşlarımı, “bir göz atıp bana çok kısaca fikrini söyler misin?” diyerek yazımı verdiğim ve çok da samimi olmadığım bir öğretim görevlisinin hiç bir zorunluluğu olmadığı halde zaman ayırıp, yazımı okuyup, dört sayfalık yorumunu bilgisayar çıktısı halinde vermesini, dayaksız 1 Mayıs yürüyüşlerini... Bunları Türkiye’ye dönünce özleyeceğim. Ama şu anda özlediklerim benim için daha belirleyici: Birileriyle oturup iki kelime anlamlı ve derinlikli muhabbet yapmak, etrafımda az da olsa aşk görmek, aşırı nezaket ve aşırı duyarsızlığın bir araya gelmediği bir toplum, yaşamlarındaki temel tutku kalitesiz fast-food tüketip çılgınca kilo vermek olmayan insanlar... Ve bunun gibi yüzlerce şey. Türkiye’de çok gereksinim duyduğumuz özgürlük ve hoşgörü burada bol bol var. Ama buradaki insanlar genelde o kadar bilinçsiz ve apolitik ki, bu “hoşgörülü” ve “özgür” ortam belli bir süre sonra anlamını kaybediyor. İnsanlar anlık zevk, güvenlik ve toplumsal hijyen normları etrafında oluşturulmuş kopuk birimlere indirgendikten ve ipler tüketim biçimini, daha doğrusu yaşamı belirleyen büyük çaplı sermayenin eline geçtikten sonra, istediğiniz kadar özgürlük ve tartışma ortamına sahip olmanın gururunu duyun. Bu bağlamda kritik olan, konuşma özgürlüğünün bulunmasından çok, insanların bilinçli ve ciddi anlamda eleştirel olabilmesinin olanaklılık koşullarının söz konusu toplumda ne kadar oluştuğudur.
Denebilir ki Türkiye de kültür ve siyaset anlamında şu anda o kadar umut verici bir durumda sayılmaz. Bunda bir doğruluk payı var tabii. Ama ülkemizde kitleler popüler kültür tarafından ne kadar müthiş bir hızda Amerikanlaştırılarak kafaca içi boşaltılmakta olsa da, yine de bizim tarihsel, politik, ve kültürel altyapımız hala Kuzey Amerika’dan farklı olarak önemli derinlikler, duyarlıklar ve devingenlikler içeriyor. O yüzden Türkiyeli insanların düşleri ve beklentileri açısından yavaş yavaş Kuzey Amerikalılaşmamaları ve 1980’lerde topluma bulaşan “işini bilme” mikrobunun bizi bütünüyle dönüştürmemesi bence çok önemli. Benim burada, bu toplum içinde, yapabileceğim yararlı ve anlamlı hiçbir şey yok. Ama Türkiye’de bir akademisyen olarak düşünce hayatına ve düşünen yeni nesillerin yetişmesine az da olsa bir katkıda bulunabilirim; en azından öyle umuyorum.
Genel hatlarıyla benim şu anki çalışma konum insanların dünyayı anlamak ve anlamlandırmakta kullandıkları kavramasal ve kültürel dizgelerin hem birbirleriyle hem de dünyanın kendisiyle olan ilişkisi. Felsefe terimleri ile dersem ontoloji ve epistemoloji ile uğraşıyorum. Bu sorunsalın önemli bir parçası görecelik konusu: Eğer farklı kültürel, dinsel, metafizik, bilimsel dizgeler dünyayı çok farklı biçimde betimleyebiliyorsa, bu farklı tanımlamaların arasında nasıl seçim yapacağız? Farklı perspektiflerin bir araya gelip anlaşması nasıl olanaklıdır? Kesinlikle uzlaşamaz sistemler olabilir mi? Herkes kendi kavramsal dizgesinden dünyaya bakıp onu anlıyorsa, bize çok aykırı gelen bir dizgeyi nasıl eleştirebiliriz? Bu sorular özellikle son birkaç on yıldır çok sıkça sorulur oldu. Tartışma hâlâ devam ediyor ve edeceğe de benziyor...
Ich werde versuchen in der nächsten Zeit dies mal zu übersetzen. Viele Sachen die man versucht zu verstehen, werden hier aus einer sehr schönen Perspektive erläutert, bzw. selbst geschildert. Könnte aus meinen Munde stammen, aber ist es nicht! Aber es sind die gleichen Gedanken..