İlle de 'Edebiyat diyorsanız..

hasbelkader

Well-Known Member

tumblr_nh00k4FTNM1td8bmmo1_250.gif

 
B

Bali Bey

Guest
"Mutluyken görmezden geldiğin şeyler, mutsuzken canını yakar; Çünkü insan hatalarını mutluyken değil, hep mutsuzken anlar."

Anton Çehov
 
B

Bali Bey

Guest
Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir

(Hz MEVLANA)



Herkes biliyor ki:

Herkes için her şey olamazsın
Her şeyi bir anda yapamazsın.
Her şeyi mükemmel yapamazsın.
Her şeyi herkesten iyi yapamazsın.
Sen de herkes gibi bir insansın.

Öyleyse:

En azından, birisi için önemli bir şey ol.
Bir anda sadece bir şey yap.
Bir şeyleri hep eksik bırakacağını hatırla.
Bir şeyi herkesten iyi yapmaya bak.
Böylece hiç kimsenin “senin gibi” olamadığını gör.
Herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı yerde,
sen “sen” ol, böylece herkesten daha iyi ol.


Senai Demirci
 
Zuletzt von einem Moderator bearbeitet:

Yuecel01

Member
Baba, işten yorgun argın eve geç gelmişti..
Çocuk: Baba, bir şey sorabilir miyim?
Baba: Evet..
Çocuk: Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?
Baba: Bu senin işin değil..
Çocuk: Babacığım lütfen, bilmek istiyorum..
Baba: İlle de bilmek istiyorsan 20 milyon..
Çocuk: Peki bana 10 milyon borç verir misin?
Baba: Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat..
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli “Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder.” diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, “Belki de gerçekten lazımdı”…
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı…
Yatağında olan çocuğa, “Uyuyor musun” diye sordu. Çocuk “Hayır” diye cevap verdi…
“Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim” dedi…
Çocuk sevinçle haykırdı, “Teşekkürler babacığım”… Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, “Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun? Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok” diye kızdı…
Çocuk “Param vardı ama yeterince yoktu” dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; “İşte 20 milyon…”Senin bir saatini alabilir miyim? Yarın 1 saat erken gelebilir misin? Seninle akşam yemeğini beraber yemek istiyorum.” dedi…
Bazı şeyler çok değerlidir…

buda benden gelsin Sevgili Dostlarım ,Kardeşlerim
 

Colchicum

Active Member
Baba, işten yorgun argın eve geç gelmişti..
Çocuk: Baba, bir şey sorabilir miyim?
Baba: Evet..
Çocuk: Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?
Baba: Bu senin işin değil..
Çocuk: Babacığım lütfen, bilmek istiyorum..
Baba: İlle de bilmek istiyorsan 20 milyon..
Çocuk: Peki bana 10 milyon borç verir misin?
Baba: Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat..
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli “Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder.” diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, “Belki de gerçekten lazımdı”…
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı…
Yatağında olan çocuğa, “Uyuyor musun” diye sordu. Çocuk “Hayır” diye cevap verdi…
“Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim” dedi…
Çocuk sevinçle haykırdı, “Teşekkürler babacığım”… Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, “Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun? Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok” diye kızdı…
Çocuk “Param vardı ama yeterince yoktu” dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; “İşte 20 milyon…”Senin bir saatini alabilir miyim? Yarın 1 saat erken gelebilir misin? Seninle akşam yemeğini beraber yemek istiyorum.” dedi…
Bazı şeyler çok değerlidir…

buda benden gelsin Sevgili Dostlarım ,Kardeşlerim

Yazın için çok teşekkürleri, Yücel! Benim her zaman söylediğimi, sen kaleme almış oldun! :)
 

hasbelkader

Well-Known Member

Yağmur

tumblr_mk6j9ciWSH1rm9kjpo1_500.gif


Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler...

Sokaklarda seylabeler ağlaşır
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkça zerrata bir
Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir;

Bürür bir soğuk, gölge etrafı hep,
Numayan olur gündüzün nısf-ı şeb.

Söner şimdi, manzur olurken demin
Hayulası karşımda bir alemin.

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi,
Şitaban u puşide-ser bir sabi;

O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah,
Surur bir kadın bir rıda-yı siyah

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek! -
Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.

Öter guş-ı ruhumda boş bir enin,
Boğuk bir tezad-ı sukun u tanın;

Küçük, pür heves, gevherin katreler
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Küçük, pür heves, gevherin katreler..


Tevfik Fikret
(1897)



 
S

Sunguroğlu

Guest
Çakır
Babasıyla birlikte gelmişlerdi ilk gün. Uzun, sarı saçları; pek belli olmayan siyah önlüğünün üzerine dökülmüştü. Elindeki küçük çantayı bağrına basmış, “sahip olduğu tek değerli şeymiş” gibi sıkı sıkıya kucaklamıştı.

Elimle omzundan tutup:

— Adın ne senin güzel kız, dedim.

Gözlerini yere dikip söyleyip söylememek arasında nazla:

— Çakır, dedi usulca.

Çömelip karşısına oturdum. Minicik, tombul yüzünü avuçlarımın içine alarak başını yukarı kaldırdım. Gök mavisiydi, deniz mavisiydi gözleri. Adını koyamadığım bir maviydi...

— Adı Emine, dedi babası. Hep “Çakır” dedik. Adını öyle bilir o.

Çiçek bozuğu bir çehreyle tarla sınırlarında biten bir çavdarı andırıyordu babası. Uzun, çelimsiz bir vücudu vardı. Bir eliyle koltuk değneğine dayanıyor, diğer eliyle göğsünü tutuyordu. İlk bakışta Çakır’ı böyle birine yakıştıramıyordu insan.

— Çakır size emanet hocam, dedi babası. Yalnız büyümüştür. Biraz nazlıdır, kusuruna bakma.

Sınıfa ilk girdiği gün çok ağlamıştı Çakır. Gün boyu ağlamıştı. “Korkuyorum.” diye bağırmıştı. “Bu çocuklardan korkuyorum, senden korkuyorum!”

Benden korkuyordu Çakır, hepimizden korkuyordu. “Yalnız büyümüştür hocam, el içine çıkmamıştır, yalnız büyümüştür...” kulaklarımda yankılanıyordu babasının söyledikleri.

Daha sonraki günlerde de ağladı Çakır. Dersten çıkıp gittiği de oldu. Ama her defasında kendi geldi sınıfa. Hiçbir şey söylemezdim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu yine. Dayanamadım. Yanına vardığımda kollarıyla yüzünü sakladı. Gözyaşları ağzına, burnuna doluyordu. Cebimden mendilimi çıkarıp burnunu sildim. Sümüklü mendili cebime koyduğumda şaşkın şaşkın bana bakmış, buna bir anlam verememişti önce. “Hiç kimsenin yapmadığını yaptı.” der gibi bir anlam belirdi gözlerinde. Duygulandı. Sıraya kapanıp uzun uzun ağladı.

Günler geçtikçe ağlamayı bıraktı. Arkadaşlığımız daha da ilerlemişti. Okula erken geldiğini görüyordum. Ara sıra dinlenme saatlerinde birlikte gezer, sağdan soldan konuşurduk.

— Öğretmenim, mendiliniz kirli mi, diye sormuştu bir gün.

— Hayır, niye sordun Çakır, demiştim.

— Ağlayan çocuklara gerekir belki. Kirliyse yıkayayım, demişti.

Bu, zayıf vücuduma indirilen bir darbeydi sanki. İçimde bir şeyler koptu onarılamayan. Bu küçük bedende ince bir ruh saklıydı. Demek unutmuyorlardı çocuklar kendilerine yapılanları.

Arada sırada da babası gelir, Çakır’ı sorardı. “Değişti hocam.” derdi. “Değişti Çakır’ım. Bir sevimli oldu, bir güleç oldu ki hep seni anlatıyor durmadan. Hep arkadaşlarını anlatıyor. Neler okuduğunuzu da...”

Gerçekten değişmişti Çakır. Herkesten önce sınıfa gelir, herkesten sonra çıkardı. Her sabah okulun dış kapısında beni karşılar, “Günaydın!” derdi. Bazen nereden bulursa bulur, çiçek getirirdi.

— Sen varken çiçeklere ne gerek var Çakır, dediğimde beyaz yanakları allaşır, utanırmış gibi yere bakardı.

Çalışkan değildi. Çalışkan olmaya zaman bulamadığını biliyordum. İçliydi, duyguluydu. Kimseyi kırdığını duymadım yıllarca.

Bir gün bahçenin köşesinde ağlar buldum Çakır’ı

— Ne oldu Çakır? Biri mi dövdü?

— Hayır öğretmenim. Bando takımına girmek istiyordum. Almadılar beni.

— Ben konuşurum görevli öğretmenle, dedim. Sen üzülme!

“Boyu küçük, yorulur.” diye almamışlardı.

— Gelecek yıla Çakır, dedim. Biraz büyümeliymişsin.

— Babam beni seyredemeyecek, dedi. Uzaklaştı dolu gözlerle.

Nazarla büyüdü Çakır. Bando takımına girdi. İlk bayramda babasını görünce nasıl da gururlanmıştı. Beş yıl boyunca hiç kızmadım Çakır’a, kızamadım. Koskocaman harflerle “Çakır” yazdığında bile defterime.

— Saçların ağarmış, dedi bir gün. Acıyıp acımayacağını düşünmeden bir beyaz tel kopardı saçlarımdan.

— Hiç yakışmayacak öğretmenim. Sen hiç yaşlanma.

— Mümkün mü Çakır? Yıllara karşı koymak mümkün mü? Bak, sen bile karşı koyamadın, büyüdün. Yaşlanmamak mümkün mü?

— Değil, değil, dedi. Anlamlı anlamlı...

“ Öğretmenim, anneniz var mı sizin?” dedi.

Soru doluydu yüreği. Anlatacağı bir şeyler olunca benimle ilgili sorular yöneltir, sonra kendisine geçerdi.

— Var. Niye sordun?

İçini çekti, düşünekaldı öylece.


— Benim yok, dedi.

— Biliyorum, benim de babam yok, dedim.

Yokluktan yana bir ortak yanımızın olması onu rahatlatmıştı sanki.

— Anamı hiç tanımadım, ben küçükken bırakıp gitmiş bizi. Ablam da yedi yaşındaymış daha. Gitmiş mi, götürmüşler mi, onu bilemedim. Bir şeyler söyledi bana büyüklerim. “Gitti.” dediler, öyle bildim.

“Biliyorum, Çakır; her şeyi biliyorum. Aradan uzun yıllar geçmiş, üzülmek neyi değiştirir?” dedim.

İçinden neler geliyorsa olduğu gibi anlatmıştı. Anlattıkça mutlu oluyor, mutlu oldukça anlatıyordu durmadan.

— Babam büyüttü ikimizi. Çok yoksulluk çekti babam. Hastaydı, sakattı. Erken emekli ettiler belediyeden. Bir at, bir araba almıştı babam, emeklilik parasıyla. Ablamla sabah erken uyanır, yemeğini biz hazırlardık, biz uğurlardık babamı işe.

“Ne oldu ata, arabaya?” dedim.

— Sattı. Çalışamaz olunca sattı. Hastalığı iyice ilerledi babamın. Dış eşikte ablamla oturur, babamın dönüşünü beklerdik. Göremezdik; ama ileriki sokaklardan tanırdık arabamızın sesini. Şimdi araba tıkırtıları da kesildi sokaklardan.

Bir büyük insandı sanki karşımdaki. Öyle anlamlı, öyle duygulu konuşuyordu ki, insanın yüreği sızlıyordu derinden.

— Çakır, çok duygulu bir kızsın. Her şey çok üzüyor seni. Oysa sen akıllısın. Akıllı insanlar; akılcı düşünür, dedim. Babanın hastalığını da çok iyi biliyorum. Bana anlattıklarının tümünü de. Yeter ki üzülme sen. Her şeyin bir çaresi bulunur, diye devam ettim.

Şaşkın şaşkın yüzüme baktığını hiç unutmam.

— Nereden biliyorsunuz öğretmenim? Ben hiç anlatmamıştım ki size?

— Çakır, bir gece ben size geldim. Sen uyuyordun. Uyandırmadık seni. Uzun uzun konuştuk babanla.

Şaşkınlığı daha da artmıştı.

— Doğru mu söylüyorsunuz öğretmenim?

— Yalan söyler miyim hiç?

Yüzü kızarmıştı. Üzerine hafif bir mahcubiyetin çöktüğünü görüyordum. Ev sahibinin, konuğunu ağırlayamamasının verdiği üzüntüyle:

— Tüh! Bilseydim geleceğinizi, uyumazdım erkenden diyerek dövündü.

Babasıyla uzun uzun konuşmuştuk o gece. Çakır’ın anasının nasıl gittiğini anlattı. Nasıl sakatlandığını anlattı durmadan.

— İki kızıma analık yaptım hocam, dedi. Analarını aratmadım onlara. Gözü dışarıda bir kadındı anaları. Para delisiydi...

Bunları söylerken utancından yere geçiyordu sanki. “Sen yabancı değilsin.” diyordu. Astımlıydı adamcağız. Soluk soluğa kalıyordu anlatırken.

Büyük kızını da okula verememişti. “Evlenme çağı geldi.” diyordu. “Yakında gider, o!” Çakır’ı okutmak istiyordu. Çok yalvarmıştı, “Elinden geleni yap.” diye.

***

Üç gündür Çakır’ı göremiyordum sınıfta. Çocuklara sordum. Bilmiyorlardı. “Neden gelmiyor?” diye yorum yaptık. “Hastadır.” dedik. “İşi çıkmıştır.”, “Babası hastadır.”

Ertesi gün geldi Çakır. Sararmış, solmuştu. Her zaman boncuk boncuk duran gözlerde ışıklar sönmüştü sanki. Bir yalnızlık, bir uçurum okunuyordu gözlerinde.

“Çakır, hasta mıydın, okula üç gündür gelmedin?” dedim.

Dudakları titredi. Gözlerinden iri iri taneler yuvarlandı dudaklarına. Gizlemek istercesine tutuyordu gözyaşlarını. Ağladı sarsıla sarsıla.

Anlamıştım olanları. Karşılık verdim gözyaşlarına.

— Engel olamadım öğretmenim, dedi boğuk boğuk. Babamın ölümüne engel olamadım. Senden ayrılmaya da olamayacağım.

Kaskatı bir şeyler düğümlenmişti boğazıma. Gözyaşlarım eritmek istercesine bu katılığı, yanaklarımdan kayıyordu.

Arkadaşları ağlıyorlardı...

Okulun son günleriydi. Mahalle muhtarını okula çağırtıp Çakır’ın durumunu görüşmüştük. Yurda vermek istiyorduk Çakır’ı. Durumu kabul ettirmek bana düşüyordu. “O, beni dinler!” demiştim.

Yarın karneleri alacaklardı. Kimileri sevinçli, kimileri üzgündü çocukların. “Günlerden çarşambayı, sayılardan yirmi yediyi hiç sevmiyorum.” diyordu.

“Keşke yarın hiç olmasa!” diyordu.

“Tüm sevdiklerim terk ettiler, siz de edeceksiniz.” diyordu.

İsyan ediyordu hep. Unutulmak, terk edilmek duygusu tüketiyordu onu. Oyunlarında bile arkadaşlarıyla pazarlık ettiğini “Yarıda bırakmak yok, bozuşmak yok, tamam mı?” gibi tembihlerle kendi duygularını güvence altına almak istediğini biliyordum.

Yine öyleydi bugün...

Herkesle ayrı ayrı vedalaşıyor karnelerini veriyordum. Yerini değiştirmiş, en arka sıradan birine geçmişti Çakır. Ne kadar uzak olursa, o kadar geç gelecekti kendine sıra. Hep bunu düşünüyordu.

Sıra Çakır’a geldiğinde oturduğu sıraya göz atmamla ayağa kalkması bir oldu. İstenmeyen adımlarla bana doğru yürüdü. Yüzünde öyle çaresiz bir anlam vardı ki, ölüm gibi bir şeydi.

Elinde küçük bir paket tutuyordu.

“Öğretmenim” dedi. Öğretmenim!

“Canım! Canım kızım!” dedim. Yanaklarından öptüm.

— Unutmayasın beni diye getirdim. Size göre değil; ama...

— Unutmam, unutamam. Ölürsem belki, dedim.

Yüzündeki acı mutluluğa dönüştü bir an. Bu anlamı hiç görmemiştim yüzünde.

“Söz mü?” dedi.

— Söz, dedim.

— İki damla, iki ayrı yol çiziyordu yanaklarında.

“Küçük Kemancı’nın Acıları”nı hediye etmişti bana. Kemancının çektiği acıları kendininkine benzetiyordu Çakır.

Bir de resmini koymuştu bir mektupla kitabın içine. Bir kalp çizmişti, kanayan...

“Bu resmi hep yanında taşı!”

— Çakır, dedim. Çakır, deli kız. Öğretmenin seni unutur mu hiç?

Unutamamıştım Çakır’ı. Her gördüğüm kızı Çakır’a benzetir. Onu andıran özellikler arardım. Kiminin gözlerini benzetirdim, kiminin davranışlarını. Ama hiç kimsede bulamazdım Çakır’ı.

***
Aradan aylar, yıllar geçmişti. Hiç haber alamamıştım Çakır’dan. Bir gün oturdukları sokağa gittiğimde o küçük ahşap evin yerinde başka bir ev yükseliyordu. Kapı girişinde karşılıklı dikilmiş iki dut ağacından başka hiçbir şey Çakır’ın burada yaşadığına tanıklık etmiyordu. Bu ağaçları önceki gelişlerimden tanıyordum. “Kim bilir, ne kadar inip çıkmıştır dallarına?” diye geçirdim içimden.

Evin zilini çalarken: “Öğretmenim!” diye bana koşsa, ben de “Deli kız!” desem, “Bak ben daha çok seviyormuşum seni, özledim, kalktım geldim. Oysa sen hemencecik unutmuşsun.” diyerek sitem etsem diye düşünmüştüm.

Oysa kapıyı açan bir başkasıydı. Çakır’ın kapıyı açması mümkün değildi.

“Duyguların gerçeği görmeyi engelliyor. Oysa durumlarını biliyordun.” diye kendime kızdım. “Böyle bir evi Çakır’ın hangi tanıdığı yapar?”

— Oğlum, dedi kapıyı açan teyze; onlar gideli çok oldu. Eniştesi götürdü.

Yurttan almışlar kızı.

Şimdi anlıyordum neden beni aramadığını. Yurtta olsaydı mektup yazardı Çakır’ım.

“Nereye gitmişler teyze, biliyor musun?” dedim.

— Adana’ya herhalde, dedi.

Benden başka kimse kalmamıştı sanki dünyada. Yalnızdım.

***

Altı yıl olmuştu ilçeden ayrılalı. Uzun süredir çalışmayı hayal ettiğim büyük bir şehirde çalışıyorum şimdi. Geleli iki defa gittim ilçeye. Okulumu, arkadaşlarımı ziyaret ettim. Hatta çalıştığım sınıfları gezdim bir keresinde. Hangi öğrencimin, hangi sırada oturduğunu hatırlamaya çalıştım. “Şurası Ali’nindi dedim, şurası Ayşe’nin, Özlem’in; şurası Cennet’in, Mehtap’ın, Dursun’un...

“Özellikle Çakır’ın oturduğu sırayı aradı gözlerim. Sınıfın kapısını açtığımda ilk baktığım yer, o sıra olmuştu. Ne Çakır gelip geçmişti buradan, ne de diğer öğrencilerim. Her şey öylesine boştu ki...

“Büyük kent, insanı yiyip bitiriyor. Buraya geleli sağlığım da iyice bozuldu.” diye düşünüyorum. Yarın doktora bir kere daha gitmeliyim.

Sabah ilk işim doktora gitmek oldu. Midem son günlerde beni epeyce zayıf düşürmüştü.

— Düzelmemiş, dedi doktor. Ülsere çevirmiş. Ameliyat olacaksın.

Hastaneye yatalı iki gün oluyor. Bugün ameliyat edecekler. “Beklemek ne kadar kötü, bir bitse şu iş.” diyorum. “Bir çıksam şuradan, ya bir de ölürsem...”

Kötü şeyler düşünüyorum.

Dışarıdaki seslerden doktorların, hastalarını ziyaret ettiklerini anlıyorum. Yattığım odanın kapısı az sonra açılıyor. Bir doktor, iki hemşire giriyor odama.

Beyaz önlüğü üzerine altın sarısı saçlarını taramış bir hemşire, kucağında bir dosya tutuyor. Sıkı sıkıya bastırıyor dosyayı bağrına, özlemiş gibi...

— Sahip olduğum tek değerli varlığın adı yazılıydı, diyor. Az önce öğrendim...

Dilim tutuluyor o an. Konuşamaz oluyorum. Bütün kelimeleri unutuyorum sanki bir bir...

— Çakır, diyebiliyorum yalnızca. Canım kızım!

Yılların özlemi sarılışlarımızda birleşiyor, gözyaşlarımızda eriyor.

— Vur bıçağı doktor, diyorum. Acele et... Yaşamak istiyorum...


(Cevat Uslu)
 
Top