İlle de 'Edebiyat diyorsanız..

hasbelkader

Well-Known Member


En üzgün insan dahi gülümser;

ve sürekli gülen insan bile

Arada bir ağlar ve gözünden yaşlar akar.

Duygular sürekli olamaz.

Onlar hareket eder, bu yüzden de onlar duygulardır.

Birinden diğerine sen sürekli olarak değişirsin.

Şu an üzgünsün, sonraki an mutlusun.

Şimdi öfkelisin, sonraki an şefkatlisin.

Şu an sevgi dolusun, sonraki an nefretle dolusun.

Sabah güzeldi; akşam çirkindir.

Bu böyle sürer.



Duygular - Osho​
 

hasbelkader

Well-Known Member

tumblr_ntc8p8KOEZ1rwillro1_500.jpg
 
S

Sunguroğlu

Guest
Kader yolun tamamını değil,sadece yol ayrımlarını verir.Güzergah bellidir,ama tüm dönemeçler yolcuya aittir.Öyleyse ne hayatının hakimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.

ELİF ŞAFAK / KAĞIT HELVA
 

hasbelkader

Well-Known Member
-

Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...

Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?

Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;

“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...

Seni ancak ebediyetler eder istiab.

“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;

Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.



Mehmet Akif Ersoy

-​
 
S

Sunguroğlu

Guest
Özgüvenin önündeki engeller
Alanı ve zemini ne olursa olsun, özgüvenin önünde bazı engelleyiciler var. Buyurun beraber bakalım neymiş insanın özgüvenin önündeki engeller?

Dikkatimi çekiyor, ülkemizde yediden yetmişe pek çok kişide özgüven sorunu var. İster sınıfta zorluklar yaşayan minik tatlı bir çocuk olsun, ister mesleğini eline almış kocaman yetişkin insanlar olsun özgüven sıkıntılı bir durum.

Aslına bakarsanız “özgüven” kavramı o kadar geniş ki. Kimi insanlar misafir ağırlayacağında özgüvenini yitiriyor, kimi insanlar araba kullanırken, kimileri kalabalık karşısında konuşurken. Birinin cesaretle yapabildiği davranışı, diğer kişi yapamayabiliyor. Dolayısıyla kimin ne zaman nerede zorluk yaşadığını anlamaya çalışmak, yüzyıllık bilmeceleri çözmeye çalışmak gibi zihni yorabiliyor.

Alanı ve zemini ne olursa olsun, özgüvenin önünde bazı engelleyiciler var. Bugün onlardan bahsetmek istiyorum sizlere. Belki özgüven sahibi olmak isteyen okuyucularımıza denk düşer yazdıklarım.

Bakayım neymiş özgüvenin önündeki engeller diyenler için maddeler gelsin:

1. Utangaçlık: Dikkatler kendisine yoğunlaştığında ne yapacağını bilemeyen, ilgiden hoşlanmayan, cesareti kolay kırılan kişilerin yaşadığı bir duygudur utangaçlık. Kişi adeta elini kolunu nereye koyacağını bilemez. Kendisine eleştirel gözle bakıldığını düşünen kişi korkuya kapılır. Bu korku, bir anlamda kişinin kendisini koruma güdüsü olarak gelişir. Korku, yapılmaması ve söylenmemesi gereken şeyleri yaptırır ve söyletir. Özgüven sahibi olmak isteyen insan, öncelikle utangaçlık duygusuyla baş etmeyi öğrenmelidir. İçine biriken korkunun, kendi zihinsel algılarının mahsulü olduğunu hatırlatmalıdır kendisine. Böylece utangaçlıkla baş etmeniz kolaylaşır.

2. Başarısızlık kaygısı: Özgüvenin önündeki en önemli engellerden birisi de budur. Her ne yapıyorsanız yapın, işin sonunda başarılı olacağınızı düşünün. “Ya başaramazsam” duygusunu aklınıza getirmeyin. Üstelik yaptığımız her işi illaki başaracağız diye bir kural da yok zaten! Biz çabalar elimizden geleni yaparız, başarı gelirse gelir, gelmezse keyfi bilir. Önemli olan çalışma sırasında edindiğimiz tecrübeleri biriktirebilmektir. Esas başarı, pek çok başarısızlıktan sonra bile en güzel dersi çıkarıp yoluna devam edebilmektir.

3. Alay edilme kaygısı: Dikkatimi çok çeken bir başlık da bu! Özgüven sorunu yaşayan kişilerin çoğu, kendileriyle alay edileceğini zannediyorlar. Oysa kendisine çok güvenin insanlarla da alay edilir. Buradaki temel mesele, birilerinin sizinle alay edip etmemesi değil, yapılan alayları sizin ciddiye alıp almamanızdır. Kendimden örnek vereyim; Allah’ın emrettiği tesettürü büyük bir özgüvenle taşıyorum. Bununla bile alay eden insanlar çıkıyor biliyorsunuz hepiniz. Alay edilecek diye emri mi yerine getirmeyeyim yoksa alay ettikleri için oturup ağlayayım mı? Kendi bildiğim doğruyu uyguluyorum, yol benim yolum deyip ilerlemeye devam ediyorum. Tarih boyunca alay hep olmuştur, olacaktır da! Peygamberlerle bile alay edildiğini biliyoruz hepimiz! Önemli olan sizin yaptığınız şeyi doğru yaptığınızdan emin olmanız! Ve alay edilmesinden korktuğunuz durumlara espri ile yaklaşabilmeniz.

4. İncitilme kaygısı: insanların çoğu incitilmeye karşı çok duyarlı maalesef. İncitilmekten çok endişeleniyorlar. Bu duruma kendisini kaptıran insanlar özgüven geliştiremez biliyor musunuz? Çünkü kendine güven duygusu, aşırı kırılgan kişiliklerde gelişemez. Sürekli kendisinin diğer insanlar tarafından itilip kakıldığını, aşağılandığını düşünen kişi, kendisine güvenebilir mi? Başkalarının gözünde değerli olmadığını hisseden kırılgan kişilik elbette özgüven sahibi olamaz. Bunun için şartlar ne olursa olsun, aşırı duygusal kırılgan özelliklerinizle baş etmeye çalışın.

5. Reddedilme kaygısı: Bu kaygı hayatın pek çok alanında karşımıza çıkar. Pek çok kişi, başka insanlar tarafından reddedilme kaygısı yaşadığı için yalnız kalmayı tercih eder. Kimse tarafından kabul edilmeyeceğini, sevilmeyeceğini, istenmeyeceğini düşünüp durur. Hayatını hem kendisinin hem de çevresindekilerin burnundan getirdiği gibi özgüvenini iyice baltalamış olur. Pek çok sosyal sorunun arkasında bu kaygı yatar. Örneğin; ergenlik dönemindeki genç, arkadaşları kendisini reddetmesin diye sigaraya başlar. Eşi tarafından reddedileceği kaygısı yaşayan kadın, eşine karşı samimi davranamaz, yüzeysel ve sahte davranışlar sergiler. Böylece evliliği duygu duvarıyla ilerler. Hatta ilerleyemez bile.

6. İstenmeyen sonuçlarla karşılaşma kaygısı: Özgüven demek, istenmeyen durumlarla karşılaşıldığında, olanı anlamaya çalışıp, gelecek için dersler çıkararak yola devam etmek demektir. Özgüven sorunu yaşayan insanlar, yeni ve beklenmeyen durumlar karşısında nasıl davranacaklarını bilemedikleri için, istenmeyen durumlarla karşılaşmaktan korkarlar. Gereksiz korkuları kendi kendilerinin iç enerjisini bitirir. Yeni adımlar atma, yeni bir işe girişme, yeni insanlarla tanışma, yeni fikirlere açık olma gibi durumların tamamı onlara çok uzaktır.

Danışmanlık hizmeti verirken karşılaştığım özgüven sorunu yaşayan kişilerde gözlemlediğim ortak kaygılar bunlar sevgili okurlar. Bir sabah uyandığınızda hop diye özgüven sahibi olamazsınız elbet! Ancak özgüven sahibi olmanıza engel olan kaygıları adım adım yenmeye çalışarak özgüven sahibi olabilirsiniz.

Yapabiliyorsanız tek başınıza… yapamazsanız ben yardım ederim merak etmeyin…

Sevgiler…

Mehtap Kayaoğlu (Psikolojik Danışman & Psikoterapist)
 
S

Sunguroğlu

Guest
Varoluş izni...
Çocuklarının çok sinirli olduğundan şikâyet eden bir anne baba ile karşılaştım. Dokuz yaşında genç bir delikanlı.

Annesi; “Hocam efeliği de kabadayılığı da bize. Evde kardeşine karşı acımasız. Dışarıda tam tersi; pısırık. Kaç defa dayak yemiş halde geldi okuldan ağlayarak, sayısını ben unuttum.”

Babası; “Dışarıda kendini bu kadar savunamadığı için gittim karateye yazdırdım. Orada da sorun çıkarttı. Hocasının gösterdiği teknikleri yapamadığı için ağladı; ‘Ben gitmeyeceğim artık’ diye tutturdu.”

Annesi ilave etti; “Sadece karatede değil, bir işi başaramadığı zaman hemen ağlıyor, sinirleniyor. Eşim sağ olsun çocukları ile çok ilgilenir. Ailecek oyunlar oynarız akşam vakitleri. Oyunda yenileceğini anlayınca, birden sinirlenir, ya kızar bağırır ya da oyunu bozar. Bir yerlerde hata yaptık ama nerede bilemiyorum.”

Dinledim anne babayı; ilgisiz bir anne baba değildi bu kişiler. Sorunun kökenine erişebilmek için, genç delikanlı ile de konuşmalıydım; davet ettim içeri.

Baktım, gayet terbiyeli bir çocuk gibi görünüyordu aslında. Birçok anne babanın özeneceği, “akıllı uslu” bir çocuk yani. Biraz sohbet ettik. Sıkılgan bir yapısı vardı belli. Konuşmayı da sevmiyordu. Hal dili ile “bir an önce bitse de gitsek” der gibiydi.

Biraz anne babasından bahsettik. Onları çok seviyordu. Hele annesini o kadar seviyordu ki, o olmadan yaşayamayacağını söyledi. Durdum birden… Ne demek istediğini sordum.

Anladım ki; annesi duygusal olarak o kadar yakındı ki kendisine, bir şeye ihtiyacı olduğunu daha o söylemeden hissedebiliyordu. İçeri girerlerken ben de fark etmiştim, çocuğun montunu annesi çıkartmış askıya asmıştı.

Sordum; ayakkabı bağlamasını bilmiyordu bu çocuk henüz, annesi bağlıyordu hâlâ. Montunun fermuarını çekmesini beceremediği için de annesi giydiriyordu montunu da.

Çocuk dışarı çıktığında anne babayı davet ettim…

Anneye sordum; “Oğlunuzu çok mu seviyorsunuz?”

“Çok seviyorum. Biz sevgisiz bir ortamda yetiştik. 5 yaşındayken annem vefat etti. Üvey anne yanında büyüdüm. Ne babamdan, ne de anneliğimden sevgi aldım. Yaşadıklarımı çocuğuma yaşatmamak için elimden geleni yapıyorum. Ömrüm oldukça da onun üzülmesini istemiyorum.”

Aslında bu anne çocuğunu değil, çocukluğundaki kendisini yetiştiriyordu da farkında değildi. Çocuğu mutlu oldukça, mutlu olan kendi içindeki çocukluğu idi. Çocukluğunda yarım kalan duygularını, çocuğu ile aşırı bağlanarak gideriyordu; ne acı…

Aslında ortada çocuk yoktu, yaşanmamış çocukluk vardı ve acısını çocuğunun üzerinde onaran bir annenin yeteneksiz bıraktığı bir başka çocuk…

Bu aşırı ilgi, çocuğun gelişimini aksatmıştı. Çocuk, kendi yaşının gereklerini yapamıyor olmanın sinirini yaşıyordu aslında.

Hâlbuki çocuk yetiştirmenin özü, çocuğa “kendi eserini ortaya çıkartmasına izin vermektir.”

Bu, çocuğun “varoluş iznidir.”

Dört yaşındaki bir çocuğun uğraşa uğraşa montunun fermuarını çekmeye çalışması, bir varoluş çabasıdır. Boyama kitabını acemi acemi de olsa kendi başına boyaması, annesinin de onu “müdahale etmeden sükûnet ile seyretmesi”, bir varoluş iznidir aslında.

Ve varoluşuna izin verilmiş çocuklardır yaşamda güçlü olanlar.

Çocuk bir iş yapacağı sırada, anne babası çocuktan önce o işi yapmak için adım atıyorsa, bir süre sonra çocukta bir sinirlilik hali oluşur. Bu, kendi eserini ortaya çıkartamamanın öfkesidir. Beceriksizliği kabullenememe öfkesi… Böylesi anne babalar, çocuklarına iyilik ettiklerini zannetseler de, aslında çocuklarını engelli hale getirirler de farkında değildirler.

Parmakları olmayan bir çocuğun montunun fermuarını çekememesi ile çocuğunun her işini yapan bir anne babanın, çocuğunu, fermuarını çekemez hale getirmesi arasında, çocuğun yaşadığı psikolojik zorluk açısından bir fark yoktur.

Pedagog Adem Güneş
 

aleynanaz1

Well-Known Member
Fanila giyen kadınlar

(Alıntıdır)

Onlar tam ortada kalan kadınlardır
baktiginizda arzu ettiginiz her yere koyabilirsiniz
onlari. Çünkü henüz fanila giydiginden
habersizsinizdir. Eylül'ün sonlarina dogru, havaya ilk
serinlikler inmeye basladigi andan itibaren giyerler
fanilalarini. Ilkbaharin ilik sicakliklarini
hissetmeye baslayana kadar çikarmazlar uzerlerinden.
Çogu bu ilk ayriligi nezle veya hafif bir grip ile
atlatir. Hatta bir kisminin uyurken giydikleri
çoraplari, renkli hirkalari vardir. Çogu sabahlari
giydikleri yünlü terliklerini ve sabah kazaklarini
bulundurulur yataklarinin baslarinda. Onlarin tiril
tiril sabahliklari, burunlari açik terlikleri, ince
askili gecelikleri bulunmaz. Aslinda öykünürler zaman
zaman gidip alirlar da, ama bir türlü giyemezler.
Giyselerde pek bir igreti durur üzerlerinde. Onlara
ait degildir çünkü. Sevgililerinden kocalarindan önce
en çok kendileri güler bu duruma.
Kiminin ellerinde, kiminin dudaklarinin kenarlarinda,
kiminin saçlarinin isiltisinda, kiminin ince ayak
bileklerinde gizlidir seksapaliteleri. Bunlarin
ayriminda olmadiklari gibi erkelerden önce kiz
arkadaslari farkeder tüm bu detaylarini. Onlar
erkeklere göz süzmeyi, küçük oyunlar oynamayi,
çaktirmadan dokunmalari, ses tonlarina isve koymayi,
suh kahkahalari beceremezler. Bu halleri becerebilmeyi
isterler. Hatta fanila giymeyen kadinlari sessiz ve
uzun uzun dinledikleri de olur, öyle olmaya karar
verdikleri geceler de. Sabahlari aynanin karsisinda
saçlarini tutma biçimini, göz süzmeyi, suh kahkahayi
denerler. Dördüncü seferden sonra ya katilarak
gülerler kendilerine yada "adam sen de bosver ben
böyleyim" diyerek çikarlar banyodan. Son derece
tutkulu kadinlar olmalarina ragmen, bunu göstermekten
çok anlasilmayi beklerler. Onlar ortada kalan
kadinlardan olduklari için anlamasi ve ulasmasi biraz
zaman alir. Onlarin ruhlarinda her daim açan pembe
bahar dallari saklidir. Baharin gelisini herkesten
önce sessiz bir cosku ile karsilarlar. Saf bir yanlari
vardir. Pek çok olumsuzluga ragmen çabuk inanip pek
çok kereler aldanirlar. Hatta öylesine saftirlar ki
ruhlarinin aradigi her neyse birgün bir yerlerde gelip
kendilerini bulacagina mutlaka inanirlar. Sert, kati
ve güçlü görünür çogu, ama çok çabuk kirildiklarini az
insan farkeder. Geçmislerine, asklarina,
dostluklarina, çocukken asik olduklari film yildizina,
bazi sarkilara, hatiralari olan esyalarina fazlasiyla
baglidirlar. Ve kabul etmek istemeselerde giderek
annelerine benzemeye baslarlar. Bazen hayati hem
kendilerine hem de çevrelerine zor kilarlar. Ancak
onlarla ömürlük iliskileriniz olur. Yasami genis
alanlara yaymayi, tutkuyu agir agir kesfetmeyi, bir
gögse dayanarak uyumayi, güne erken aslamalari,
yagmurdan sonra toprak kokusunu duymayi ve her
aradiginizda orda olacagini bilmenin huzurunu
yasarsiniz. Pek çok kadin da, pek çok erkek de; hep
"orada" olan fanila giyen kadinlarla yasamin
gerçekligine ait detaylarini paylasmak yerine, zor
vakitlerde sigindiklari bir liman olarak görürler
onlari.
Ve unutmayin fanila giyen bir kadinla dostluk
yasamamissaniz, yahut fanila giyen bir sevgiliniz
olmamissa, yada anneniz fanila giymiyorsa henüz
ruhunuzun kapali bir penceresi var demektir.

2qulm3a.png
 
Zuletzt bearbeitet:
S

Sunguroğlu

Guest
Kitabın Önsöz'ü güzel geldi, paylasayim dedim..

Fatma – Dua Engel Tanımaz


Önsöz yerine
“Allah var, ümitsizlik yok!”


ANADOLU’YU KARIŞ KARIŞ dolaştık. İnsanımızı tanıdık. Sohbet ettik, sohbet dinledik. Kâh güldük, kâh ağladık. Bu kitap boyunca hayat hikâyesini okuyacağınız Fatma Tatlı kardeşimiz gibi daha nice güzel insanı bu yolculuklar esnasında tanıdık. Uçakla seyahat ederken Allah’ın kevnî ayetlerini seyrettik. Uzun düşüncelere daldık. Zaman zaman ne kadar da az düşündüğümüzü fark ettik ve gözyaşlarımızı tutamadık.

Göğü direksiz tutan Allah, ona ibret nazarıyla bakmamızı emrediyor. Ondaki muhteşem uyumu ve işleyişi görmemizi istiyor. Yerin dengesini sağlayan dağlara dikkatimizi çekiyor. Ondaki muazzam güzellikleri izlememizi tavsiye ediyor. Bütün bunların sahipsiz olmadığını bilmemizi arzu ediyor Allah.

Ya denizlerdeki muhteşem şölene ne demeli? Binlerce canlı ne de güzel uyum içinde yaşıyor!

Hizmette kusur etmemek için nasıl da canla başla çalışıyorlar. Buradaki güzellikleri ve nimetleri saymaya güç yeter mi hiç? Say sayabilirsen… İnsana hizmette yarışıyor bütün kâinat. Peki ya insan kime hizmet ediyor? İnsan sahibini tanıyor mu? Onunla arası nasıl?

Ne de az düşünüyoruz! Ne de az şükrediyoruz! Şükredecek o kadar güzelliğe sahibiz ki oysa… Allah’ın bize verdiklerinin (sanki bize vermek zorundaymış gibi) hiç de kıymetini bilemiyoruz. Şükründen aciziz. Vermeseydi bize gözümüzü, gönlümüzü, kulağımızı, elimizi, ayağımızı, aklımızı, kızacak mıydık O’na? Karşı koyabilecek miydik? Vermeseydi bizi bize varlığı, nereden bilecektik var olmayı? Dilemeseydi bizi var etmeyi; nereden akıl edecektik dünyaya gelmeyi, varlık âleminde olmayı? Hiç kimsenin gündeminde değilken bizi gündemine alan O değil mi? Annemizin ve babamızın bile aklında, hayalinde değilken, ilk O istedi bizim var olmamızı. Bizim için hazırladı her şeyi.

Önce bizi varlık âlemine çıkaracakları var etti. Eksik bırakmadı bize lazım olacak hiçbir şeyi. Bizi var edecekleri sevgiyle bir araya getirdi. Sevdirdi onlara birbirlerini. Dünyaya geldiğimizde hazır bulduk hayatta kalmamızı sağlayacak sevgi pınarını. Onu ikram edecek olana da ayrı bir sevgi ve şefkat verdi, rahmet kaynağından. Vermeseydi bu sevgi ve şefkati kim terk ederdi en tatlı anında uykusunu? Ağlayan sesimizi kim duyururdu gecenin en koyusunda? Yıllarca kim çekerdi bunca nazımızı?

Hadi var edildik, varlık âleminde insan olmayı hak edecek ne gibi bir işimiz oldu? İnsan olmak bizim tercihimiz, bizim isteğimiz miydi? Bizi insan olarak var eden, insan değil de dağda bir taş olarak var etseydi, itirazımız olabilir miydi?

Taş deyip geçmeyelim. Nice taşlar vardır, bağrından pınarlar fışkırır. Âb-ı hayat olur. Hay ismine ayna olur. Gönül gözü kör olan ona bakar, onda kalır. Görmez onu var edeni. Burada kör olanlar, en çok göze ihtiyaç duydukları günde de kör olurlar. Kör olması görmemekte ısrarındandır. Kör olarak yaratılmamıştır.

Nice taşlar vardır, var edenin varlığından duyduğu sevinçten duramaz yerinde. Kendini yerden yere vurur. Haykırır var edenin varlığını. Duymak isteyenlere ne de güzel bir seda ile sunar Hakk’ın varlığını. Duymak için Yunus olmak gerek. Yunus gönüllü olursak anlarız konuşan kayanın sesini. Sadece Hz. Süleyman’a (a.s.) has değildir bu sesi duymak. Onun baktığı yerden bakar, dinlediği yerden dinlersek, biz de işitiriz o sesin söylediklerini…

Meğer üzerine bastığım taş neler de bilirmiş? Bağrından suların fışkırdığı, nicelerin beslendiği, varlık coşkusundan kendini yerden yere vuran taş, O’nun bir ayetiymiş. İnsanlığına erememiş insan mı, yoksa taş mı daha katı? Hemen aklımıza gelenleri şöyle bir düşünelim. Hangisinden olmak isterdik? Havlayanı var, miyavlayanı var, sürüneni var, yürüyeni var, uçanı var, yüzeni var… Say sayabildiğin kadarıyla. Bunlardan hangisi olurdu bizim tercihimiz?

“Hayvan” deyip geçmemek lazım. Allah’a olan kulluğunu hiç aksatmadan yapar onlar. Onun programında bir değişiklik olmaz. O daima zikrindedir. İnsana bildiğimiz ya da bilmediğimiz hizmetini hiç aksatmaz. Allah onlardan biri olarak yaratmadı bizi. Eşref-i mahlûk kıldı. Bütün bu saydıklarımızı ve sayamadıklarımızı hizmetimize verdi. Bütün bunlara karşılık bizden sadece kulluk istedi. Teşekkür etmemizi istedi.

Fatiha ile öğretti, nasıl teşekkür edeceğimizi. Efendimizle (a.s.m.) gösterdi nasıl olmamız gerektiğini. “Şeytana uyup bahane üretmeyelim” diye anlattı bir bir. Sayfalarca izah etti niçin kulluk etmemiz gerektiğini. Kulluğumuzu güzel yaparsak neler elde edeceğimizi de bildirdi. Biz, var oluşumuzun bedelini nasıl ödeyeceğimizi düşünürken, O bize kulluğumuzu yapma gayretinde olursak daha neler vereceğini müjdeledi.

Bize sorsaydı eğer, bahçede bir ağaç bile olmaya razı olurduk. Dallarımızda kuşlar yuva yapardı. Meyvelerimizden bütün canlılar yer ve şükür üretirlerdi. Gölgemizden, gövdemizden, yaprağımızdan, yemişimizden nice hayırlar çıkardı. Böyle bir hizmet verilseydi bize, razı olurduk hiç şüphesiz. Ama yapmadı Rabbimiz. Bizi insan kıldı. Vahyine, sözüne muhatap etti. Akıl verdi. Sorumlu kıldı. Tercih etme imkânı sundu. Yarattıkları adedince hamdolsun.

“Bütün bunlar nereden çıktı?” diyen ey nefsim, hâlâ teslim olmayacak mısın? Kulluğunu bilerek sahibine şükretmeyecek misin? Şükrün en güzeli olan namaza sarılmayacak mısın? Hâlâ itiraz etmeye devam mı edeceksin?

Allah’a teşekkürün en güzel şekli namazladır. En şerefli bir teşekkür şeklidir namaz. “Bütün bu nimetleri veren Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı?” diyen Efendimizin (a.s.m.) bize öğrettiği kulluk biçimidir. Allah (c.c.) merhamet edip bize öğretmeseydi nasıl kulluk edeceğimizi, biz nereden bilebilirdik? Bugün bile Rabbini tanıyamayan niceleri nasıl garip hallere düşüyorlar. Kimi ineğe taparken, kimi de aya, güneşe tapıyor. Kimi insana taparken, kimi de en azılı düşmanı şeytanın peşinde.

İnsan Rabbinden habersiz yaşayınca ne acayip hallere düşüyor. Teşekkür etme şeklimizi Allah bize bıraksaydı, kulluğumuzu ispat edecek bu kadar nezih, faydalı ve şerefli bir ibadeti biz aklımızla bulamazdık. Bu bile ayrıca şükrü gerektirir, öyle değil mi? Ne diyelim, namazla bizi şereflendiren Rabbimize hamdolsun. Ve bu elinizdeki kitap da, tıpkı Fatma Tatlı kardeşimiz gibi, bu yolculuklar esnasında tanıdığımız, tanıştığımız, muhabbet ettiğimiz, beraber gözyaşı döktüğümüz, sevindiğimiz namaz gönüllülerine armağan olsun. Allah, yolumuzu namazdan ayırmasın kardeşlerim, amin.

Ahmet Bulut
 
Top