Ein alevitischer Bekannter schreibt aus seiner Kindheit. Seine Erfahrungen aus der Fastenzeit. Ein trauriges Beispiel von Diskriminierung in der Türkei.
UZAT DİLİNİ GÖREYİM : Çocukken, oruç olduğumuzu ispat etmek için dilimizi uzattırırlardı diğer çocuklar. Çocuk aklımızla ispatlamaya çalışırdık. Yoksa onların günah dediği çarpardı bizi. Annemle babamın oruç zamanları diğer anne babalarınkine uymazdı. Diğerlerininkinde top patlar, televizyon program yapar, geceleri davulcu hepimizi uyandırır, sonunda da bayram yapılırdı. Bizimkiler sessiz sedasız aç kalırdı da, hiç yaygara kopmazdı. Kimsenin diline bakmazdık biz. Sonra aşure yapardı annem. Bütün sokağa dağıtırdık. Dağıttığımız evlerle aramızdaki bi sırdı sanki boşaltılıp, yıkanmadan geri verilen aşure kapları...
Başkalarının ibadetinin çağrısı, herkesin duyduğu bir ezgiyle beş vakit yapılırdı. Bizimkiler gizli saklı mahallelerde, genellikle bir gecekondunun büyükçe salonunda toplanırdı. Babam saz çalar, hikâye anlatır gibi acılı deyişler söyler, herkes ağlardı. Eskiden susuz bırakılmış, öldürülmüş akrabalarımıza ağlarlardı sanki. Su vermeyenlere lânet okurlardı. Toplulukta gürültü olursa, “Gerçeğe Hü!” denirdi. “Gerçeğe Hü!” dendi mi, herkes toparlanır, sus pus olurdu. Sanki söylenenler daha bi dikkatli dinlenmeli, kendi başına değil, toplulukla hareket edilmeliydi.
Babam beş yıl önce toprağa karıştı. Annem aşure yapıp dağıtmaya devam ediyor. Ve her Ramazan ayında annemi yok saymaya devam ediyor televizyonlar, davulcular, restoranlar. Arabayla o şehirden bu şehre dolaşmayı planlayan arkadaşlarım plan yapıyorlar; "Tokat'ta sorun yaşamayız da Kastamonu? Sigara falan içerken dikkat edicez mecbur..." Mecbur, çünkü dilimizi uzattırıp bakanlar var hâlâ. Kapılarımız çarpılanmaya, içimiz yanmaya devam ediyor...
Kimsenin inancının inançsızlığının sorgulanmadığı, kapıları çarpısız ve kilitsiz bir dünya umuduyla, hayırlı ramazanlar.
Vielleicht findet sich jemand für die Übersetzung.